Biz doktorlar, steteskop (kalp dinleme aleti) olmadığında, acil durumlarda kalbi çıplak kulağımızı hastanın göğsüne dayayarak dinlediğimiz olmuştur. Kalbin kulakçıkları ve odacıklarından kanın akışı sırasında çıkan sesler dikkatle ayırt edilmeye çalışılır.
Klasik inanışa göre, havadan saflaştırılmış yaşam ruhu olan “pneuma”, kalbe giden kanla akciğerlerde karışırdı. Bu kan akciğerlerden kalbe dönerken, kalp kapakçıkları geri dönüşü önleyen bir su borusu valfinin kapanışına benzer bir ses çıkarır. Bu, kalbin ikinci yani diastolik sesidir. Kalbin doluşu sırasında duyulur. Diğeri ise kalbin kasılması sırasındaki boşalmasında çıkar; bu da “birinci ses”tir ve kapanan kapakçılardan kaynaklanır. Kan akımının türbülansına göre çıkan diğer tiz ve pes anormal seslere ise üfürüm sesleri denir.
İnsan kalbinin bu ritmik çalışmasını bazen koldan, şakaktan ya da kulaklarımızın içinden bile hissederiz. Günlük yaşamda fark ederiz ama hastalıklı hâlini doktorlar dinleyerek bilir ve kendi aralarında geliştirdikleri bir iletişim jargonu ile ifade ederler. Duygudan arınmış bu terimler, esasında profesyonel bir mesafeyi ve anlayışı temsil eder. İngiliz romancı Hilary Mantel’in sevgili Gavin Francis aracılığıyla aktardığı gibi:
“Hemşireler ve doktorlar, işlerini yapabilmeye yetecek ölçüde duyarsız olmayı seçmiş elit bir tabakadır.”
Kalp krizi ile gelen hasta ise bu durumu tüm gerçekliğiyle hisseder. Dehşet içindedir. Hastanın yaşadığı bu güçlü göğüs ağrısı ve sıkışma hissine hekimler, Latince “angor animi” yani “ruhun ızdırabı” der.
Acil nöbetimde defalarca “Yetiş doktor, ölüyorum!” diyen hastalara şahit oldum.
Descartes’ten bu yana çenemizin altındaki kısmı sadece et ve borulardan oluşmuş bir yapı olarak gören insanlık, “angor animi”nin aslında fizikselin ötesinde bir farkındalık hali olduğunu çoğu zaman göz ardı eder.
Sevgili Sırrı Süreyya Önder de bir gün bu hissi yaşadı ve acil servisi çağırdı. Olan biten şuydu:
Kalpten çıkan ana ve büyük damar olan aort, yapısal olarak incelmiş ve bir balon gibi genişlemişti. Kan basıncındaki artışla (hipertansiyon), bu damarın duvar katmanları birbirinden ayrıldı — buna “aort diseksiyonu” denir. Kan, bu açıklıktan sızarak kalbi besleyen damarlara kadar ilerledi ve koroner damarın beslendiği alana, özellikle kalbin sağ tarafına, yeterince ulaşamayarak doku harabiyetine, ağrıya ve şoka yol açtı.
Kalbi besleyen bu koroner arter, bir pıhtı ile tıkanarak veya damar kireçlenmesi gibi nedenlerle de kalp infarktüsüne sebep olabilir.
Kalp, edebiyatta, şiirde ve retorikte “gönül” olarak anılır. Bir incelik ve duygu merkezi olarak kabul edilir. Çoğu zaman beynin ürettiği “akıl” kavramıyla karşıt konumda ele alınır.
Kalp krizinde —tıpta “miyokard enfarktüsü” dediğimiz durumda— göğüs kafesinde, kol ve boyunda hissedilen güçlü, sıkıştırıcı bir ağrıya “Angina Pektoris” adı verilir.
Sırrı Süreyya Önder’in yaşadığı bu klinik tabloyu, büyük memleket şairi Nazım Hikmet, “Angina Pektoris” adlı şiirinde adeta yüreğinde hissederek yazmıştır. Şiir, onun mahpusluğunu, sigarasını, en uzaktaki barış yıldızına duyduğu aşkı, göğsündeki baskıyı ama yine de çarpan bir kalbi tarif eder:
ANGINA PEKTORİS
—Nazım Hikmet
Yarısı burdaysa kalbimin
Yarısı Çin’dedir, doktor.
Sarı Nehre doğru akan
Ordunun içindedir.
Sonra, her şafak vakti, doktor,
Her şafak vakti kalbim
Yunanistan’da kurşuna diziliyor.
Sonra, bizim burada mahkûmlar uykuya varıp
Revirden el ayak çekilince
Kalbim Çamlıca’da bir harap konaktadır
Her gece,
Doktor.
Sonra, şu on yıldan bu yana
Benim, fakir milletime ikram edebildiğim
Bir tek elmam var elimde, doktor,
Bir kırmızı elma;
Kalbim.
Ne arteriyoskleroz, ne nikotin, ne hapis
İşte bu yüzden, doktorcuğum, bu yüzden bende
Bu angina pektoris.
Bakıyorum geceye demirlerden
Ve iman tahtamın üstündeki korkunç baskıya rağmen
Kalbim en uzak yıldızla birlikte çarpıyor.
-Dr. Şadi Özdemir