Prusyalı askeri uzman General Carl von Clausewitz, “Savaş, siyasetin başka araçlarla sürdürülmesidir.” derken, siyasetin en sert ve kanlı biçimini tarif etmişti. “Barış ise hem savaşın karşıtı hem de onun bir devamıdır…” ifadeleriyle devam eder. Bir sonraki paragrafta ise “Barış, tıpkı savaş gibi siyasetin bir biçimidir. Savaş, siyasetin kanlı yüzüyken barış, siyasetin yumuşak ve gülen yüzüdür.” diye yazar.
Prusyalı subay Clausewitz’in ünlü kitabı On War (Savaş Üzerine) adlı eserinde savaş, “des politischen Verkehrs, mit Einmischung anderer Mittel”, yani politik temaslara diğer araçların karışmasıyla oluşan bir olgu olarak tarif edilir. Savaşı; tarihi, teknikleri, diplomasi ve strateji kavramlarıyla açıklar. Oysa savaş, neredeyse insanoğlu kadar yaşlıdır. Kavramın kendisinin mantıksal amaçlarının ötesinde, içgüdülerin ve duyguların derinliklerinde olduğunu yadsır. Aristo, “İnsan politik bir hayvandır.” demişti. Clausewitz ise aslında politik hayvanın savaşan hayvan olduğunu söyledi. Her ikisi de insanın düşünen hayvan olduğunu, bu yeteneğini avlanma ve öldürme için kullandığını söylememiştir.
İnsanlık, savaşın esasen tarihin derinliklerinde açlık ve bu açlığın doyurulması güdüsüyle var olduğunu unutur. Doyurulmama olasılığını zamanla öğrenir ve içgüdülerine ekler. Bu da “biriktirme” güdüsünü geliştirir.
Kişisel planda Freud ve ardılları (psikoanalist Carl Gustav Jung vd.) çokça yazıp açıklamaya çalıştılar. Tarihsel materyalizmin, komünal toplumlarda kişinin komün ile kendisini özdeşleştirme evresinden, bireysel çatışmalara ve giderek sınıflaşmaya, sınıflar arasındaki çatışmaların savaşlara evrilmesi süreçlerini inceleyip çoğu kez doğru çıkarımlar yaptılar elbette. Günümüzde gazete, TV, sosyal medyada bolca şiddet ve kan dökme haberleriyle sarsıldığımız halde bunu ancak “başkalarının başına gelir, bizim dışımızdadır” diye kabulleniriz. Yasalarımız ve geleneklerimiz, günlük hayatta oluşan şiddet eğilimlerini suç sayar. Ancak devlet aynı şiddete yöneldiğinde bunu uygarlığın bir gereği sayarız.
Modern toplumlarda “savaş” olgusunu iki tip insan sınırlar. Birincisi barış taraftarları, diğeri kanuni olarak silahlanmışlar (devlet). Clausewitz’in savaş tanımı, kesin egemenlik, belirlenmiş diplomasi, anlaşmalara bağlılık gibi ahlaki kurallara yer verirken, her şeyi kırıp geçme hakkını ise devlete vermeyi “ilke” sayıyor. Öte yandan eşkıyalar ve haydutlarla yasal silahlılar arasında kesin bir ayrım yapmakta. İnsanlık bir yandan savaşların kesin bir sonu olacağı yargısına varırken, diğer yandan yasal ve yasal olmayan silahlı grupların cinayet, adam kaçırmaya zorbalık katarak, onların çapul ve talan yapmalarına göz yumup ortak oluşlarına şahit oluyor.
Clausewitz, gerçekte savaşın ne olduğunu değil, nasıl olması gerektiğini kuramsal olarak açıklamaya çalışmıştır. Düzenli ordulardaki subay grubunun kendi arasındaki disiplin ve grup aidiyetlerini kutsama, şan ve şeref kavramlarını strateji ve taktik teknikleriyle donatılmasını saygı ile anarken, savaşın cehennemi özelliğini görmezden gelir.
Tarihte bazı topluluklar gelişim evresinin belirli bir döneminde kalmışlardır. Talan, çapul, avcı-toplayıcı ve bunun gereği olan “savaşçı” karakterlerini yasal biçimi ve kültürü hâline getirmişlerdir. Örnek olarak Kazaklar böyledir. “Kazak” kelime anlamı Türkçede “özgür adam”dır. Esasen bundan, Asya steplerinde sağa sola saldırma ve her türlü talan, yakıp yıkma, tecavüz, yağmayı kendi karakterleri olarak benimsemişlerdir. Kazaklar için savaş, politika değil; yaşam biçimidir. Şanlı Çarlık orduları, 1812’de Napolyon’un Moskova seferinde bu çapulcuları ön cephede kullandığında, bunlar Moskova’yı nedensiz olarak yakıp yıkmışlardı. 1570’te Korkunç İvan da Müslüman Osmanlı ordularına karşı Kazakları çarlık sistemine katmak için elinden geleni yapmıştı. Kazaklar için düzenli ordu kölelik olarak kabul edildiğinden, onları orduya katmak yerine “alaylar” olarak entegre edilmesini tercih etmişti. Bu çapulcu grupların bir özelliği de zayıflara karşı acımasız davranırken, cesurların karşısında korkuya kapılmalarıydı. Çağımızda bu tür proxy gruplar, paralı askerler olarak kullanıldığı gibi kafa kesmeyi, tecavüzü ve kadınları ganimet olarak sayıp onlara köle (cariye) olarak el koymayı inançsal bir dünya görüşünün gereği olarak da kabul eden gruplar olmuşlardır.
Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin düzenli ordularının yapmayı zul kabul ettiği işler için Suriye’de IŞİD ve El Kaide artığı, bünyesinde çeşitli etnisiteleri barındıran grupların proxy olarak eklenmesini pekâlâ politika yapan anlayışlar olabilmektedir.
Çağdaş Yunan “klept”lerinden, eski Yunan ordularının disiplin, cesaret ve savaşı kazanma özelliklerini uman Batılı dostları, 1821’de Türklere karşı “bugünkü çarpışmayı atlatalım yeter” anlayışını görünce hayal kırıklığına uğramışlardı. Clausewitz, bir Prusyalı subay olarak askerlik teknikleri, gurur, onur, vakar gibi soyut kavramları biliyor; ancak Alman felsefesini bilmiyordu. Bu bilmemezlik hâli, onu milliyetçi bir savaşçı yapmaya yetmişti.
Doğru (haklı) savaşlar ile (gerçek) reel savaşlar arasındaki farkı tartışmak, savaşın özü ve sonuçları bakımından bizi savrulmaya yöneltebilir. Bu yüzden bu bahsi geçmeden önce, Paris Komünü’nün 1871’deki yenilgisinden sonra emekçi sınıfların, burjuva döneminin ağır sömürüsünün mutlak bir sonucu olarak sınıf savaşlarının önünde sonunda bir devrimle sonuçlanacağı fikrinin sönümlenmeye başladığı (34 yıl) zamanların sonuna doğru şartların gereği olarak Avrupa 1. Paylaşım Savaşı’nın korkunç yapısı, hiç beklenmeyen bir ülkede, Rusya’da devrimin itici gücü olmuştur. Bu paylaşım, “gerçek” ve “doğru” kavramlarını birbirinden ayırt edilemez hâle getirmiştir. Öyle ki; Almanlar, Ruslar, İngilizler, Fransızlar yalnızca savaşmış olmak için savaştıklarını sonunda fark ettiler. Savaşın zaten saptaması zor olan politik amaçları unutulmuş; mantığa hitap eden politikacılar lanetlenmiş, liberal demokrasilerde bile politika, daha büyük savaşları, daha uzun yaralı listesini, daha yüksek harcamaları ve insanların perişanlığının savunulamazlığını haklı çıkaracak bir hâle gelmişti.
“Savaşın amacı politik bir sonuca ulaşmayı, yapısı ise yalnızca kendisine hizmet eder.” demişti Clausewitz. Yani savaşın kendisi bir amaçtır ona göre. Gelişme ve zenginlik örtüsünün altında yatan bu çarpık fikir, kanayan bir yanardağ gibi. Avrupa tarihinin en huzurlu dönemi, barış dönemini (1818’den 1913’e kadar) bitirdi. 96 yıllık bu dönem, bilindiği gibi Napolyon ordusunun Moskova dönüşü yenilgisiyle başlar. Ulaşılan zenginlik sonunda okul, üniversite, yollar, köprüler ve yeni kentler inşa edildi. Çoğu ülkede zorunlu askerlik kaldırılmış, silah endüstrisi batmıştır. 96 yıl sonra, 1914’te 4 milyon asker Temmuz’dan Ağustos sonuna kadar 20 milyona çıkarken, on binlercesi bu arada ölmüştü.
Savaş tekniklerinin gelişmesi, korkunç savaşların hem başlamasına hem de vahşileşmesine neden olmuştur. Nükleer silahlar kullanıldığında Japonya’da binlerce insanın yok olması, kalanların da kanser ve diğer komplikasyonlarla geçen korkunç hayat serüvenleri hiçbir insani ve hukuki durumla açıklanamaz. Buna “savaş hukuku” adı verilen utanç verici ve yüz kızartıcı sözde ahlaki sermaye de dahildir. 1941’deki “Pearl Harbor baskını” olayının düzmece bir savaş gerekçesi yaratmaktan başka bir şey olmadığı da sonradan anlaşılmıştı.
Şimdilerde nükleer silah bulundurmanın savaş caydırıcılığı olacağı hikâyesinin de 2. Savaştan bu yana kullanılan büyük bir yalan olduğu, devam eden bölgesel savaşlardan apaçık anlaşılıyor.
Savaşsız bir dünya tahayyülünün saf ve naif bir önerme olmadığını savunmak şarta bağlıdır. Bu şart, sınıfsız bir toplum, devletsiz bir düzen tahayyülü ile mümkündür.
03.07.2025
Dr. Şadi Özdemir
0532 314 0452
SAVAŞ HAKKINDA YAYINLAMIŞ OLDIĞIMUZ YOUTUBE VİDEOMUZA AŞAĞIDAKİ LİNKE TIKLAYARAK ULAŞABİLİRSİNİZ:
https://www.youtube.com/watch?v=qRCuHasUbX4